HÜSEYİN PAŞA

Geçen hafta aslen Yenişehir’in Akçapınar Köyünden olan ve Osmanlı Devlet yönetiminde önemli görevlerde yer alan Hüseyin Paşa ile ilgili değişik bir anekdotu paylaşmıştık. Sarayda ki içoğlanlığı odun taşıyıcılığı ile başlayan hayatıyla önemli noktalara yükselen bu Hüseyin Paşa kimdir peki; işte nam-ı değer Deli Hüseyin Paşanın hayatı; Aslen Yenişehirli olduğunu daha öncede yazmıştık. Yenişehir’in Akçapınar köyündendir. 1600 doğumlu olarak bilinse de bazı kaynaklara göre doğum tarihi 1605’dir. Akçapınar köyünden kalkıp çok genç yaşta İstanbul’a gitti. İlk olarak saltanatın bulunduğu Topkapı Sarayında odun taşımacılığı görevini üstlenir. İran şahının IV. Murad’a hediye ettiği sert kirişli yayı kimsenin çözüp boşaltamamasına rağmen zahmetsizce çözüp boşaltınca dikkat çeker. IV. Murad’ın himayesine girer. O güne kadar eğitim görmemiş ve cahil olmasına rağmen sultan tarafından Enderun da eğitim alması sağlanır. Eğitimini tamamlamasının ardından hızla yükselmeye başlar. Öncelikli olarak saray içinde saray hayvanlarının bakımıyla uğraşanların başına getirilir. Yani Mirahurbaşı olur. Mirahurbaşı’lıkta çok fazla kalmayarak dürüstlüğü ile her geçen gün sultanın daha da gözüne girmesinden dolayı 30 Haziran 1634 günü vezirlik payesi ile Kaptan-ı Derya’lığa yükseltilir. Hemen ardından da bu rütbeyle Revan seferine katılır. Görevini layıkıyla yapan paşa, padişahın kendisinden zapt eylemesini istediği tüm kaleleri zapt eder. Revan seferinden dönen paşa İstanbul’a geldikten hemen sonra 1635 yılında Mısır Valiliğine atandı. Mısır Valiliği sırasında gereksiz ve yersiz hareketlerde bulunduğu gerekçesiyle bu görevden alındı. Azledildi ve tüm servetine el konuldu. Bir müddet sonra kendisine yapılan haksızlık ve yanlış anlamaları sultana anlatmayı başarabildi. Tekrardan sarayın güvenini kazandı. Vezirlik görevini yeniden devraldı. O sırada Bağdat seferine hazırlanan IV. Murad, kendisini Anadolu Beylerbeyliğine atadı. Bağdat seferi sırasında büyük yararlılıklar gösterdi. Sultan tarafından ödüllendirilerek İstanbul’a dönüşte Kubbealtı Veziri oldu. Silahdâr Mustafa Paşa’nın padişaha karşı tahrikleri sonucunda, Tabanıyassı Mehmet Paşanın ölümünün ardından onun yerine sadaret makamına atandı. IV. Murad’ın genç yaşta ölümünün ardından tahta geçen şehzade İbrahim, Hüseyin Paşa’yı 22 Şubat 1640’da tekrar Kaptan-ı Derya’lığa atadı. Bu göreve gelir gelmezde Karadeniz seferine çıktı. Karadeniz ticaretine engel olan Rus-Kazak korsanlarına karşı çarpıştı. Burada kısa zaman içinde 30 kadar Rus-kazak gemisini ele geçirerek donanmaya katılmaları amacıyla İstanbul’a gönderdi. Karadeniz’de elde ettiği başarı sarayda büyük bir hayranlık uyandırmıştı. Padişahın kendisine karşı olan güveni daha da artmıştı. Bu nedenle önce Bosna ve ardından da Bağdat valiliğine atandı. Özellikle 4 Nisan 1644 de başladığı ve 12 Eylül 1644’e dek süren Bosna valiliğinde güveni sağlamayı başardı. Burada imar işlerine büyük önem verdi. Bosna valiliğini tamamlamasının ardından tekrar İstanbul’a Topkapı Sarayı’na döndü. İstanbul’a çağırılmasının sebebi olan I. İbrahim’in muhasipliği görevine başlaması gerekirken kendisini çekemeyenler tarafından Budin valiliği bahanesi ile İstanbul’dan uzaklaştırıldı. O dönemde Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa yirmibeşyıl sürecek Girit seferinin başlangıcı olan adanın batısında bulunan körfez şehri Hanya’yı kansız bir şekilde teslim almıştı. Stratejik öneme sahip olan bu kalenin tamiri ve imar işlerinin görülmesi amacıyla 1646 yılında Hüseyin Paşa Hanya muhafızlığı ile görevlendirildi. Bu sırada Sultanzade Mehmet Paşa’nın ölümü üzerine Girit serdarlığına getirildi. Kaptan-ı Derya’lık ise Musa Paşa’ya verilmişti. Girit serdarlığı sırasında ilk olarak adanın merkezi olarak kabul edilen Kandiye ve Resmo arasında yer alan Milopotamos (Servi Hisarı) kalesini aldı. Onu müteakip de 39 gün boyunca kuşatma altında tutduğu Resmo’yu ele geçirdi. Resmo’nun alınması önemli bir zaferdi. Çarpışmalarda Hüseyin Paşa cengâverce savaşıyordu. Bir ara kafasına bir kılıç darbesi almış ve yaralanmıştı. Fakat buna rağmen ayağa kalkıp askerlerine ileri emrini veriyordu. 10.000 evi, 50 kilise ve 150’den fazla saray ve konağı olan Resmo, Kandiye’den sonra Girit’de önemli bir merkezdi. Resmo kalesinin en büyük kilisesini camiye çevirip ismini de Sultan İbrahim Camii olarak adlandırdı. Buraya yakın köylerden beş tanesinin de gelirlerini camiye vakıf olarak tescil etti. Ayrıca burada bir vergi sistemi de kuran Hüseyin Paşa topladığı ilk vergi olan ellibin kuruşu İstanbul’a Sultan İbrahim’e gönderdi. Sultan İbrahim ise bu duruma karşılık olarak Serdar Hüseyin Paşa’ya bir kürk ve kabzası gayet kıymetli altın işlemeli bir kılıç hediye etti. Resmo’nun teslim alınmasının ardından Hüseyin Paşa’nın yiğitliği ve savaşlardaki başarısı Venedikliler tarafından da takdir görmüştü. Bir rivayete göre Resmo’da Hüseyin Paşanın at üstünde bir tablosunu yapıp Venediğe göndermişlerdi. Hüseyin Paşa kendisine ün getiren Resmo zaferinin ardından adanın en önemli şehri olan Kandiye kalesini kuşattı. Kuşatma epeyce uzun süre devam etti. Girit’e yapılan kuşatmayı misillemek ve buraya yardım gitmesini engellemek üzere Venedik donanması Çanakkale Boğazını tıkadı. Boğazda yapılan bu tıkaç Girit’de savaşan Hüseyin Paşa’ya yardım gitmesini engellediği gibi boğazlardan dışarı dahi çıkılmasına müsaade vermiyordu. Öte yandan Serdar Hüseyin Paşa Girit’de yokluklarla ve kısıtlı bir askeri teşkilatla ayakta durmaya çalışıyordu. Zira Kandiye kalesi içinde sekizyüz pare top, onikibin firenk muharip asker ve otuzbin kadar yerli kuvvet vardı. Oysa Hüseyin Paşa kumandasında 10 top ve az sayıda donanma askeri mevcuttu. Üstelik donanmadaki askerler uzun zamandır maaşlarını alamıyorlardı. Yokluklar içinde, maaşları bile gönderilemeyen ordu başlarında Deli Hüseyin Paşa olduğu halde, nice kahramanlık destanları yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında en önde, geri çekilme sırasında ise en geriden gelmekteydi. Çanakkale Boğaz’ında Venedik Donanmasını delmeyi başaran Kaptan-ı Derya Fazlı Paşa ile gelen donanmadan binbeşyüz kadar yeniçeri ile Anadolu’dan gelen asker Kandiye önlerine binbir güçlükle çıkarıldı. Fazlı Paşa’nın getirdikleri arasında Kandiye’nin alınmasında kullanılacak büyük topların karadan nakli müşkül olduğundan bunların donanma ile taşınması gerekiyordu. Oysa Kandiye limanı Venedik gemileri ile doluydu. Fazlı Paşa’nın acele olarak İstanbul’a geri çağrılması üzerine halka ve askere kıyıdan yollar açtırılıp toplar binbir zorluklarla Kandiye önlerine getirtilebildi. Fakat Serdar Hüseyin Paşa’nın birlikleri hali hazırda Kandiye kalesinin gücünün yanında hiç konumundaydı. Aralarında orantısız bir güç farkı bulunmaktaydı. Kandiye kuşatması sırasında öteden beri odunculuktan bu denli üst makamlara yükselen Paşa’yı çekemeyenler tekrardan entrikalarını oynamaya başlamışlardı. Fakat Hüseyin Paşa’nın halktan aldığı sevgi ve güven kendisine oynanan oyunları yenmesine yardımcı oluyordu. Kandiye’de sonucunda Hüseyin Paşa’nın bertaraf olup ölmesiyle neticelenmesi planlanan bir isyan hazırlığı yapıldı. Paşa’nın başından geçen bu olay neydi ve kimler tarafından gerçekleştirilmişti; Sipahilik ve askerlik mesleğinde boşalan makamlara atamaları normal şartlarda bölgelerinin sınırlarına göre Anadolu veya Rumeli Beylerbeyleri yapmaktaydılar. Ancak bu durum serdar sefer esnasında ordunun başında bulunduğu zamanlarda değişiklik göstermekteydi. Böyle zamanlarda atamalardaki hak serdarın tasarrufundan geçmekteydi. Deli Hüseyin Paşa’da bu hakkını layıkıyla pek güzel tarzda kullanmakta kimseyi kayırmayıp, hiçbir kimseye iltimas geçmemekteydi. Normalde Hüseyin Paşa’nın yerine bir başka kimse olsa elindeki bu yetkileri suiistimal edip çok fazla paralar kazanabilirdi. Dönemin entrika ve birçok ayak oyununu çok iyi oynamayı bilen, kirli oyunlarda tecrübe sahibi Paşa’sı Zurnazen Mustafa böyle bir eğilim taşıyan bir kimseydi. Aynı zamanda da bu Zurnazen Mustafa Paşa o sıralar Rumeli Beylerbeyi olarak görev yapmaktaydı. Normal şartlarda atamalar onun mührü ile yapılması gerekmekteydi. Fakat ordunun savaş halinde olması bu kuralı bozmaktaydı. Emrinde bulunan yöneticileri atama hakkı elinde değildi. Hüseyin Paşa’nın varlığı önünde pek mühim bir engeldi. Hüseyin Paşa’yı bir şekilde bertaraf etmesi gerekliydi. Kendine bir ortak aradı. Sonunda Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine uydurdu ve Hüseyin Paşa’dan defter ve mühürleri kendisine vermesini geçerli olan kaideye ters olarak atamaları kendisinin yapması gerektiğini bildirdi. Hüseyin Paşa bu isyana kızarak; “-Ben serdarım, mahlûlât ve tevcihât bana aittir; senin alakan nedir? Edebinle otur.”diyerek Köprülüyü ihtar etti. Kendisine ses çıkaramayan Köprülü Hüseyin Paşa’nın katledilmesi veya serdarlıktan el çektirilmesi için bir plan hazırladı. Bu plana göre de asker içinde Hüseyin Paşa’nın Girit’de alınan irili ufaklı kalelerin ganimetlerini el altından kendisine aldığını uzun süreden beri maaşlarını alamayan zor durumda olan askerin yanında Hüseyin Paşa’nın bolluk ve ganimet içinde yaşadığının dedikodusunu yaymaya başladı. Siperlerdeki asker günbe gün ortaya atılan bu sözlerle Hüseyin Paşa’ya karşı öfke beslemeye başlamıştı. Sonunda asker içinde isyan patlak verdi Bu öyle ufak tefek bir isyan değildi. Direkt olarak Hüseyin Paşa’nın canına kastedecek, isyancıların onun katlini istediği bir çatışmaydı. Bu isyan sırasında Deli Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir darbesiyle İkiye bölerek, ölümden, kıl payı kurtulabildi. Fakat asker isyanda o denli kışkırtılmıştı ki; Paşa’nın evine saldırdılar. Eve dolanlar evi yağma ettikten sonra evi ateşe verip, hizmetkârları ve cariyeleri esir alıp dağa kaçırdılar. Paşanın evine ve hatta namusuna karşı yapılan bu saldırı sonunda Paşa son derece üzüntülü anlar yaşadı. Askeri bir yerde toplayıp şahsına yapılan iftiraları reddedip hüzünlü bir şekilde; “-Bire Allah’tan utanmazlar, devlet şeref ve haysiyetini ve vezirlerin hürmet ve riayetini bilmezler; bu ettiğiniz edepsizlik nedir? Ben padişah-ı islâmın vekili ve veziri ve cümlenizin serdarı değil miyim? Benim suçum ve kusurum nedir ki bu eziyet ve harekete müstahik oldum? Kafire şâtır gönderdi demişsiniz; tutulan şatırı getirin göreyim; bu kadar zamandır dîn-i mübîn uğruna mal ve canımla sâyu hizmet etmiş emektar vezir iken böyle fena ve ağır töhmeti bana nasıl isnat ve iftira edersiniz? Allah’tan korkmaz mısınız? A’day-ı dinime karşı şerefimi ayaklar altına aldınız; muhalif-i din olan milletlerden hiçbir zümre serdar ve zabitlerine bu resme ihanet ettikleri hiç duyulmuş mudur? Cümle malımı garet edip yine benden ulûfe istersiniz; bu ne gûna insafsızlık ve edepsizliktir.”dedi. Bu isyanın ortaklarından olan Sekmanbaşı Mahmut işin vahametinden korkmuştu. Hem Paşa’nın gönlünü almak hem de üzerindeki töhmeti atmak amacıyla serdarın ayağına kapanıp askerin cahillikle bir iş yaptığını ve bu duruma pişman olduğunu söyledi. Af dileyip askerin ve kendisinin uğrunda can ve baş feda edeceklerine kefil olduğunu bildirdi. Paşa’nın ayaklarını öperek gönlünü aldı ve bu sırada yeniçerilerde Paşa’ya yardımcı olacaklarını tahadüt etmişlerdi. Sonuç da askerle bir anlaşma ya varıldı. Hüseyin Paşa’nın isteği doğrultusunda asker kendisinden özür dileyecek ve sipere girerek kasım ayına kadar Kandiye önünde duracaktı. Eğer o döneme kadar kabul edilecek miktarda para, yardımcı kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa askerler kendilerinden mevzilerden çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi. Ordu içerisinde barış temin edilmiş Serdar’ın ele geçen malları mümkün mertebe bulunup iade olunmuştu. Cariyeleri ve hizmetçilerini de Paşa’ya iade etmişlerdi. Bu arada yeri gelmişken şunu ifade etmek gerekir ki; böyle bir noktaya getirilmiş askerle Girit gibi önemli bir üssün fethini becermek ne kadar mümkünse Hüseyin Paşa’nın yönetim anlayışıyla bunun becerilmesi o kadar dikkat çekicidir. Bir süre sonra askeri isyana sürükleyerek tahrik eden Sekmanbaşı Mahmut Ağa bir ayağını humbara kaptırıp üç beş gün içinde de öldü. Hüseyin Paşa Osmanlı donanması kendisine yardım yollayamamış olmasına rağmen kuşatmadan geri adım atmadı. Tüm kışı Kandiye önlerinde geçirdi. Yine de saldırılarda bulundu. Kandiye’yi almak için inat etti. Bu inadından olsa gerek ki tam kelenin karşısına yaptırttığı kalenin ismine “İnadiye” dedi. Girit adasının Kandiye hariç tüm kalelerini ele geçirmişti. Girit’de aldığı önlemler ve yönetim tarzından dolayı Rumları Osmanlılara yaklaştırdı. Halkın gönlünü fethetti. Bosna valiliğinde ve diğer görev yaptığı yerlerde olduğu gibi imar işlerine ağırlık verdi. Ayrıca burada da Hanya’da olduğu gibi bir de vergi sistemi koydu. Hüseyin Paşa’nın tüm imkânsızlıklara karşı Girit’de yaptığı başarılar İstanbul’da saray eşrafı tarafından ne kadar takdirle karşılansa da bu başarılar tüm çıplaklığı ile Sultana iletilmiyordu. Başarı ve şöhretlerinin artmaya başlaması sarayda ocak ağalarını telaşlandırmıştı. Hüseyin Paşa’nın başarılarını gölgeleyip, önünü kesmek niyetine girmişlerdi. Bu vesile ile de Vezir-i âzam Kara Mustafa Paşa’yı da ikna ettiler. Fakat Murat Paşa serdar aleyhinde hemen karar vermekten çekinmişti. Derhal harekete geçmek yerine Girit’de ki asker kumandanlarına birer mektup yazarak Hüseyin Paşa’nın askere eziyet edip etmediğini, ganimetleri kendi hesabında kullanıp kullanmadığını ve buna benzer konularla ilgili rapor hazırlamalarını istedi. Serdar Hüseyin Paşa Kara Murat Paşa’nın asker kumandanlarına gönderdiği bu mektupların içeriğinden haberi olmuştu. Hizmetlerinin İstanbul’da takdir görmediği üzüntüsüne kapılarak tüm asker beylerini, Rumeli Beylerbeyini ve sancak Beylerini davet ederek; “-Baka ihtiyarlar ve gaza yoldaşları; benim sây u hizmette kusurum ve müstahik olmayana dirlik tevcih eylediğim var ise söylen; hak kelâmı ne ise diriğ etmeyin; dünya ve ahrette sizden de şehadet isterim.” dedi e ardından tüm beyler; “-Bizim bu adada üç dört senedir bulunmamız sizin gözüp göretmeniz sayesindedir. İllâ bu makule bir büyük kale muhasarasına iki, üç sene yaz ve kış oturup mütemadi surette harbe tahammül ne mümkündür? Biz sizden her veçhile hoşdunuz ve zerre kadar incindiğimiz yoktur. Düşen mahlûlleri kılıç ehli olanlara verip müstahik olmayanlara vermediniz. Aramızda zuhur eden lâyıksız hareket dört seneden beri çekilen muhasara sıkıntısına tahammül edilemediğinden ve bıçak kemiğe dayandığındandır. Hakikat-ı hal ne ise arz ederiz.”diye cevap verdiler. Bu husus da bu şekilde İstanbul’a Vezir-i âzam Kara Mustafa Paşa’ya bildirildi. Girit ordusundan gelen bu karar sarayda ocak ağaları başta olmak üzere Vezir-i âzam Kara Mustafa Paşa’yı mutlu etmemişti. İşler planladıkları ve arzu ettikleri türde olmamıştı. Bundan dolayı da mecburen sessiz kalmayı tercih ettiler. Bu arada Kandiye kalesine yapılan kuşatma az sayıda askeri güçle devam etmekteydi. Hüseyin Paşa’ya Kandiye kuşatması için saraydan verilen söz gereği gelmesi icap eden dörtbin takviye askere karşı ancak dörtyüz kadar asker gelmişti. Ayrıca kuşatmada bir adım geri çekilmesi emri vardı. Bu da asker içinde moral bozukluğuna sebep olmuştu. Bunu öğrenen Kandiye kumandanı Francesco Morosimi, 1650 yılının Ağustos ayında kendisine bir heyet yolladı. Buna göre Türkler tarafından esir edilen general oğluyla, Venedikliler tarafından esir edilen Ayamavra beyinin mübadelesini ve diğer esirlerinde üçeryüz kuruş verilerek serbest bırakılmasını talep ettiler. Hüseyin Paşa Merasimlerle karşıladığı heyetin bu teklifini sonuna kadar dinledikten sonra; “-Biz general oğlunu salıvermeyiz; Ayamavra beyinin de salıverilmesi kat’iyyen muradımız değildir. Bizden esir olanlardan dolayı hatrımız kırılmaz. Zira biz buraya Allah için gaza niyetine gelmişiz; şehit ve esir olanların ecirleri Allah üzerindedir; eğer kaleyi teslim ile adadan el çekerseniz size aman verip yerlerinize götürürüz; başka türlü anlaşmak mümkün değildir.” Sözleriyle heyeti geri gönderdi. Hüseyin Paşa’nın kendilerine taviz vermemesi Venediklileri kinlendirmişti. Türk donanmasına karşı baskın hazırlığına başladılar. Fakat Kandiye’den kaçıp Türklere sığınan birisi tarafından durumdan haber alındı. 14 Ağustos 1650’de Hüseyin Paşa’nın askeri tecrübesiyle sayıca üstün olan Venedik baskını püskürtüldü. Sadrazam Malatyalı Süleyman Paşa İhtiyarlığını öne sürerek 27 Şubat 1656’da bu görevinden istifa etmişti. Yerine yeni bir Sadrazam atanacaktı. Saraydaki her topluluk ise yeni atanacak Sadrazam için kendi mensuplarından birisi olmasını arzu ediyordu. Adları ileri sürülenler arasında Girit’deki kahramanlığı sebebiyle Serdar Deli Hüseyin Paşa’da vardı. Sultan Mehmet’de Hüseyin Paşa isminde karar kılmıştı. Hemen kapıcılar kethüdası vasıtasıyla Girit’e bir hatt-ı hümâyun gönderdi: “Eğer senin vücudun Girit ceziresinde lâzım değilse karadan (yani Mora’ya geçerek oradan) gelesin; eğer hareketinde din ve devlete terettüp edecek mahzur ihtimali varsa muhafaza hizmetinde olası.” denilerek kendisi gelip gelmemekte serbest bırakılmıştı. Hüseyin Paşa’nın Girit’den gelmesi beklenmeden görev Zurnazen Mustafa Paşa’ya verildi. Fakat saray içinde bir takım grupların idareyi kendi doğrultularında kullanmaları ve ülkeyi zarara sokmaları ileri gelen birkaç grup tarafından hazmedilemedi. Zurnazen Paşa’nın Sadrazamlığa getirilmesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Ayaklanma yapıldı. Uzun zamandır aylıklarını alamayan yeniçerilerinde kışkırtılması ile Zurnazen Sadrazamlık görevinde sadece dört saat kalabildi. Kışkırtmaların sonunda vuku bulan Çınar olayı veya başka bir deyişle Vak’a-i Vakvakiye nin ardından ayaklanmacıların isteği üzerine sadrazamlık görevine Siyavuş Paşa getirildi. İstanbul’a gelen Hüseyin Paşa Girit’deki serdarlık görevine geri döndü. 28 Recep 1068 yani 1 Mayıs 1658’e kadar bu görevine devam etti. Bu arada İstanbul’da sadrazam tekrar değişmiş, sarayın yeni sadrazamı (vezir-i azam) Köprülü Mehmet Paşa olmuştu. Köprülü Paşa ile araları açıktı. Çünkü daha önce Padişah Sultan Mehmet kendisine iki kez sadrazamlık teklif etmişti. Oluşabilecek kötü bir durumda kendisine en yakın rakip olarak Hüseyin Paşa’yı görüyordu Köprülü Mehmet Paşa. Bu doğrultuda da Hüseyin Paşa’nın üstesinden gelebilmek amacıyla; kendisini serdarlıktan azledip bostancı hasekisi İbrahim Ağa vasıtasıyla kendisini padişahın bulunduğu Edirne’ye davet etti. Hüseyin Paşa’dan boşalan serdarlık makamına da İstanbul Kaymakamı Kör Hüseyin Paşa’yı tayin etti. Hüseyin Paşa’nın Edirne’ye dönmesi üzerine entrika oyunlarına başlayan Köprülü Mehmet Paşa padişahı dolduruşa getirmeye başlamıştı; “Bu kadar senede bu kadar bin akçe ve mühimmat gönderildi. Kendisi para biriktirmekle meşgul olup bir iş görmedi” şeklinde ve daha buna benzer aleyhinde ipe sapa gelmez ve tarihi hakikatlere aykırı birçok yalanlarla genç hükümdarı Hüseyin Paşa aleyhinde tahrik etti. Fakat Hüseyin Paşa baltacılıktan çıkma olduğu için gerek Dar-üs-saâde ağası Solak Mehmet Ağa (ki Köprülü onu oğulluğu olarak kabul etmişti) ve gerek Reis-ül-küttap Şamîzade ile valide sultanın müdahaleleri ile Hüseyin Paşa ölümden kurtuldu. Hatta bunlar o vakit padişaha ve sadrazama karşı; “Bu kadar zamandır Girit gibi bir adada hizmeti idare eden namdar bir vezir ne töhmetle katlolunsun? Katli gerekli bir kabahati varsa fetva alınıp öyle hakkından gelinsin.” Diyerek Hüseyin Paşa’yı savundular. Köprülü her ne kadar ayak direyip Hüseyin Paşa hakkında “Zalimdir, katledilmelidir” dediyse de onu savunanlar bu kez de “Şikâyetçileri yok, böyle hafif sebeplerle öldürülürse halk gareze hamlederler; hakkında söylenen sözler ispat olunmak lazım olup sabit olursa fetva alınmak icap eder” diyerekten Köprülünün sözlerine karşı geldiler. Fakat Köprülü Mehmet Paşa Hüseyin Paşa’yı ortadan kaldırmaktan vazgeçmiyordu. Fetva almak için şeyhülislamla dâhil görüştü. Fakat netice alamadı. Şeyhülislam kendisine; “-Böyle namdar bir vezirin idam edilmesinde sakıncalar vardır. Kendisi emrine verilen asker veya halka zülüm yapar ve hakkında şikâyetçiler olursa ancak o zaman fetva çıkarılabilir.” Şeklinde bir tavsiyede bulundu. Bunun üzerine de 14 Temmuz 1658’de üçüncü kez Kaptan-ı Derya’lık görevine verildi. Burada Köprülü’nün düşüncesi diğer donanma komutanlarından ya da adalardan para almak sevdasına düşerek Hüseyin Paşa’nın hatasını yakalayabilmekti. Sarayda Hüseyin Paşa’ya yakın isimler derhal Paşa’ya bir mektup gönderip durumdan haberdar ettiler. “-Olmaya ki, derya beylerinden, tersaneden ve adadan bir şey alasın, bin canın olsa birini kurtaramazsın” Bu durumu öğrenen Hüseyin Paşa’da diğer donanma komutanlarının kendisine eskiden beri adet halini alan köle, saat, çuha, kumaş türünde hediyelerini dahi kabul etmedi. Köprülü planında başarılı olamamış ve planı işlememişti. Üçüncü kez atandığı Kaptan-ı Deryalık görevinde 4 ay 21 gün kalabildi. Kasım ayında Hüseyin Paşa Rumeli Beylerbeyi olarak görevlendirildi. Girit’de biriktirdiği para ile o güne dek idare olan Hüseyin Paşa burada maiyetindeki askerlerin yevmiye ve diğer bazı masraflarını karşılamak üzere zenginlerden bir miktar para toplaması ve onları sıkıştırması sebebiyle kendisi hakkında böylesi bir durumu gözleyen Vezir-i âzam Köprülü Paşa’ya fırsat vermiş oldu. Uzunçarşılı’nın bu konuda ifade ettiği rivayete göre; Köprülü Mehmed Paşa Filibe Kadısı Süleyman Efendi’ye gizlice adam gönderip Hüseyin Paşa’nın herhangi bir zulmü varsa bu konuda ki kişilerden alınacak bir şikâyet evrakı ile birlikte İstanbul’a gönderilmesini yazmış, o da göndermişti. Amacına ulaşmış hakkında idam fermanı çıkarabilmek için gerekli şikâyet evraklarını da hazırlamış olan Köprülü Paşa, ilk iş olarak; Hüseyin Paşa’ya bir mektup göndererek onu tatlı dil ve iltifatla İstanbul’a davet etti. Geldiği zamanda ilgi gösterip kürk giydirdi. Fakat ikiyüzlülüğü meşhur olan Köprülü Paşa, Hüseyin Paşa’nın İstanbul’a geldiği gece padişahla görüşüp konu ile ilgili şikâyetlerini anlattı ve katli için müsaade almayı başardı. Ertesi gün saraya davet edilen Hüseyin Paşa Sultan Mehmed ile görüştü. Sultan; onbeş sene Girit’de serdar olduğunu her senen hazineden giden bu kadar bin kesenin onda birini dahi yerinde ve uygun olarak harcamadığını, hizmetlerin boş kaldığını, Kandiye alınması pek yakın iken ihmal ve müsamaha ettiğini belirttikten sonra yaşının ilerlediği ve emektarlığı bakımından kendisi hakkında tatbikat yapılmadığını belirtti. Sultanın sözleri üzerine Hüseyin Paşa kendini müdafaa etmek amacıyla ithamlar karşısında; “-Bana edenleri Allaha havale eyledim; beni çoktan öldürmek isterlerdi; bu arz-ı mahzarları ısmarlayıp getirdiler.” Diyerek Köprülü’nün kendisi üzerine oynadığı oyunu ima etmeye çalıştı. Fakat kendisini dinleyen pek çıkmadı. Yedikule zindanlarına hapsolundu. Etrafdan Hüseyin Paşa’nın suçsuz olduğu padişaha izah edilmeye çalışıldıysa da bunların ricaları fayda etmedi. Yedikule zindanlarına hapsolunduğunun ikinci günü 29 Aralık1658’de boğulmak suretiyle öldürüldü. Kabri Yedikule’de Yaldızlıkapı (Mücevherkapı) bahçesindedir. Şehadedi üzerine kendisinin yazdığı sanılan bir türkü de o dönemde halkın ağzında söylenerek günümüze ulaşmıştır. Benimle Girit’de olan gaziler Bu imiş alnımda yazılan yazı Cenk içinde uyanırım ben böyle Bin yedi yüz küffar kestim elimle Ben gittim hünkârım sen binler yaşa Bir gün lâzım olur Hüseyin Paşa Uğrarsa kabrime eğer yolunuz Şehitler, gaziler kaldım yolunuz Elveda gaziler unutman bizi Elveda gaziler unutman bizi Şehitlik isterdim kendi dilimle Elveda gaziler unutman bizi Devlete hıyanet etmedim hâşâ Elveda gaziler unutman bizi Hüseyin Paşa’ya fatiha kılınız Elveda gaziler unutman bizi Yaşamının her aşamasında dedikoduların, çekemeyenlerin bu makamları hak etmedi diyenlerin bir numaralı malzemesi oldu. Altı üstü o bir oduncuydu ve sarayda iç oğlanlıktan çok önemli yerlere gelmişti. Sırasıyla mîrâhûr, kaptan-ı derya, Mısır, Anadolu, Rumeli, Özi, Bosna, Budin Beylerbeyi, Kubbe Veziri, Sadâret Kaymakamı, Hanya Muhafızı ve zaman içinde sadrazam (başbakan) oldu. Girit’de görev aldığı dönemlerde kendi servetini harcayarak zapt ettiği Girit’in şehir ve kalelerini imar etti. Bunun için devlet kesesinden bir kuruş almadı. Tam oniki yıl boyunca gece ve gündüz demeden Girit’in kuşatmasında kaldı ve bu makamdan hiç ayrılmadı. Öyle ki hiç olmazsa iki yılda bir de olsa İstanbul’a gelmek hakkı iken görevi boyunca bir kez olsun ayrılmadı Girit’den. Onun haksızın karşısında adil duruşu karşısında Hıristiyan halk akın akın kendiliğinden islamı seçti. O tüm bu davranışlarıyla halkın bir numaralı sevgilisi olmuştu. Yönetin tarzının adilliği kadar mütavaziydi de ayrıca. Karadeniz’de Rus-Kazak korsanlarından aldığı 30 gemiyi İstanbul’a gönderirken kendisi gitmedi. İsteseydi Karadeniz’den boğaza girip sahilin iki yanına yayılmış insan sellerine kendisini alkışlatarak, davul zurnalarla, kurbanlar keserek çıkabilirdi de İstanbul’a. İsteseydi etrafında beşyüz leventi ile dolaşabilirdi de İstanbul sokaklarında. Bunlara kim engel olabilirdi o zaman. Ama o hep mütavazi oldu. Asla kabadayılık yapmadı. Delikanlılık hep onun ruhunda oldu. Başkaları gibi sonradan üzerine yapıştırılmadı. Onun işi hep kazanmak oldu, kaybetmek değil. Taktir etmesi gereken sultanın taktiri yetti ona. Ömrü boyunca üç padişah gördü. Adı hiçbir entrikaya karışmadı. Anlattığı tuhaf hikâyelerden, güzel konuşup, hoş şeyler söylemesinden, şakacı, nükteden, neşeli oluşundan, sözünü hiç esirgememe türündeki davranışlarından ve gözü karalığından dolayı demişlerdi “Deli” Hüseyin Paşa diyerekten ama dosdoğru kişiliği, savaşlardaki üstün başarısı, dürüstlüğüyle de halk arasında erkek adam anlamı taşıyan “ER” lakabını da yakıştıranlar çok oldu. Hüseyin Paşa’nın halk tarafından kendisine mal edilmiş başka da lakapları mevcuttu. Halkı ona “GAZİ” ünvanını da verdi. Bileğinin hakkı ile, gücü ile, çalışması ile başarıları ile en önemlisi mütevaziliği ile halkın tümünden almıştı bu güzelim “Gazi” unvanını. Pehlivan yapılı ve güreşe düşkündü. Kendisi gibi güreşe düşkün olan IV. Murad’la sık sık güreş tutarlardı. Bu sebepden dolayı da “PEHLİVAN” Paşa diyenleri de oldu. Ölümünün ardından Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa tarafından Kandiye’de bir camiye onun ismi verilerek bir anlamda iadeyi itibarı sağlandı. Kayıtlarda adı geçen yani tespit edilebilen iki oğlu vardı. Büyük oğlu Nuh Bey 1673 yılında Kandiye’de bulunuyordu. Küçük oğlu Damat Sarı Mustafa Paşa III. Ahmed’in kızı Saliha Sultanın ilk eşidir. Bu bağlamda Damat ünvanını almıştır. 1732 yılında kapıcılar kethudâsı görevini yürütürken Sivas’ta öldü. Hüseyin Paşa Kameriye’de Camii, Resmo’da 2 camii ve medrese, hamam, tekke, mescid, dârulhadîs, suyolları, Hanya’da camii, mektep ve çeşmeler, İnâdiye’de camii, Kandiye dışında tekke, Kahire yakınlarında 100 hane camili Deli Hüseyin Paşa Kasabasını yaptırdı. Ayrıca ilçemizde halen kullanılmakta olan Çifte Hamam yani Belediye meydanında Çarşı Hamamı olarak bilinen eseride Hüseyin Paşa yaptırmıştır. İdman için kaldırdığı güllelerden biri Topkapı sarayının girişinde hala durmaktadır. İlçemizde Süleymanpaşa Halk kütüphanesinde Hüseyin Paşanın hayatını anlatan iki adet roman vardır. Ruhu şad olsun….

UMMADIK TAŞ…

Bizim lügatimizde bir atasözümüz var; “Ummadık taş baş yarar” diye. İlgi alanımızın gereği okuduğumuz ve araştırdığımız Osmanlı Devleti tarihinde de, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de bu atasözünün ispatı olacak birçok kişi ve olay mevcut. Kaderin cilvesi olarak ortaya çıkan birçok kişi, birçok kişinin hak etmiyor dediği görevlerde üreten ve tarihe adını lekesizce yazdıranlardan olmuştur. Deli Hüseyin Paşa’da işte onlardan birisidir. Aslen Yenişehir’li olan Hüseyin Paşa’nın renkli, renkli olduğu kadar da hüzün dolu ibretlik bir hikâyesi var. IV. Murat çok kuvvetli bir vücuda sahipti. Güreş yapmayı sever, sabahları ikiyüz okkalık gülleri kaldırır, en kuvvetli yayları çeker çok uzaklara cirit atardı. Hatta attığı oklarla kalkanları bile delebiliyordu. İyi bir tahsil görmesinin yanında spora olan düşkünlüğü de ülke sınırlarını aşmıştı. Boğaları kucaklayarak kaldıran IV. Murad’ın bu güç söylentilerinden İran şahı çok rahatsız olmuş ve aklı sıra da bu gücü denemek istemişti. Günün birinde de elçisinin eline bir yay vererek bunu IV. Murad’a hediye olarak götürmesini buyurdu. Topkapı Sarayına gelen elçi huzura vardığında; armağanı padişaha sunarken, bu yayın çok özel olarak imal edildiğini, kendi ülkeleri olan İran’da pek çok babayiğidin bu yayı rahatlıkla kurup çözebildiğini söyledi. Padişaha hitabende zat-ı şahanelerinin de bu görkemli gösteriyi sergilediklerini görmekten memnuniyet duyacağını bildirdi. Padişah içten bir eyvahlanışla; -“Şimdi mi? Diye sordu. Fakat kısa sürede toparlandı. “Şimdi olmaz! Devlet-i Aliye’nin bir sürü işi var. Hem zatınız da yorgun görünüyor. Şimdi gidip biraz dinlenin, yarın aynı saate burada olun!” Dedi… Elçinin IV. Murad’ın huzurundan ayrılmasının hemen ardından sarayda bir telaş başladı. Başta o gücü ve kuvvetiyle etrafda nam salan padişah olmak üzere sarayda kimse yayı çözüp kuramadı. Ne kadar yeniçeri varsa hemen hepsi deneme yaptı. Fakat olmuyordu. Kimsenin gücü bu yayı çözüp kurmaya yetmemişti. Bela geliyorum demez hesabına rezalet de gelip çatmıştı. İran şahının bu hediyeyi göndermesindeki maksat belli olmuştu ki IV. Murad ve Osmanlı Devleti ile dalga geçmekti. Baktılar ki olmuyor sonunda da yayı kapıcılar kethüdasının odasına kaldırdılar. Sarayda odun taşıyıcısı olarak vazifelendirilen henüz onsekiz yaşında yapıca cılız gözüken toy bir delikanlı mevcuttu. Hüseyin ismindeki bu genç odun getirdiği kethüdanın odasında söz konusu bu yayı görmüştü. Hiçbir şeyden haberi olmayan bu genç odada kimsenin olmamasını fırsat bilerek gizlice yayı eline aldı ve çözüp yeniden kurdu. Tekrar kurmak için çözmüştü ki odaya yaklaşan ayak seslerini duyup elindeki yayı yakalanmaktan korkup panik içinde bir köşeye fırlatıverdi. Kethüda efendi; odaya girdiğinde bir köşede bozulmuş olarak duran yayı görünce şaşırdı. Gece boyunca saraydaki hemen herkesin denediği fakat kimsenin çözmeyi dahi başaramadığı yay çözülmüş bir şekilde karşısında duruyordu. Derhal odaya kimlerin girip çıktığının araştırılması emrini verdi. Odaya giren çıkanlar bulundu fakat kimse o yayı çözdüğüne sahip çıkamıyordu. Kethüdanın dikkatini odada duran odunlar çekti. An­cak Kethüda bu odunları buraya getiren aranızda mı? Diye sorduğunda da karşısına hayır cevabı çıktı. Hemen Baltacı-başından odunları kimin dağıtmakta olduğu soruldu. Genç delikanlı Hüseyin olduğu anlaşıldı. Kethüda Hüseyin'i yanına getirtip; gayet tatlı bir dille, şu yay'ı nasıl boşalttınsa bir kur bakalım, dedi. Hüseyin hemencecik büyük bir çabukluk ve kolaylıkla kuruverdi. Tekrar boşaltıp tekrar kurması istendiğinde delikanlı çabuklukla işini yapıveriyordu. Kethüda şaşırmış ve heyecanlı bir vaziyette sultana koştu. Durumu anlattı. Hüseyin padişahın huzuruna çıkarıldı ve burada yayı tekrar tekrar çözüp kurdu. Olay karşısında oldukça memnun olan padişah IV. Murad İran elçisinin huzura çağırılmasını emretti. Huzura gelen elçiye dönerek; - Bre! Şahının gönderdiği yay çok hoşumuza gitti. Çoluk çocuk ondan ayıramaz olduk. Böylesi yumuşaklıkta bir yayı kurmak bana yaraşmaz. Şah’a söyle bize daha kallavi bir yay göndersin…dedi ve huzura bir çocuk getirilmesini emretti. Hüseyin etrafını görmesini engelleyen kaşlarına kadar çıkan hakim yakalı setresi ve başında aynı kumaştan takkesi ile huzura getirildi. Padişah o an: -“Oğlum! Şu yayı birde sen kur, çöz ki şanın söylensin!” Dedi. Hüseyin yayı çözdü ve kurdu. Tekrarda çözüp kurarken koca yay bu müthiş kuvvete daya­namadı ve ortasından kırılıverdi. Sultan Murad rahat bir ne­fes alırken, İran elçisinin gözleride yuvalarından fırlamıştı âdeta. Bu olay genç Hüseyin’in IV. Murad’ın gözüne girmesini sağladı. Olayın ardından Hüseyin’e “Paşa”lık unvanı verildi. Ve artık Hüseyin Paşa olarak anılmaya başladı. Hüseyin Paşa’yı himayesi altına alan padişah istikbalin büyük bir serdarını da yetiştirmeye başladı. Kimsenin medet dahi ummadığı, bir şey yapamaz dediği bir oduncunun devlet görevinde bu kadar yükselmesi dedikoducuların ve çekemeyenlerin her zaman malzemesi oldu. Altı üstü o bir oduncuydu. O ise hiçbir söylenceye aldırmadan aldığı tüm vazifelerini en güzel şekilde yaptı ve ismini tarih sayfalarına lekesizce yazdırdı.

ATATÜRK’ÜN YENİŞEHİR ZİYARETİ ÜZERİNE

Geçtiğimiz hafta yazımızın konusu Atatürk’ün Yenişehir’e yaptığı ziyaret idi. Tüm dünya ülkeleri tarafından onaylanan ve çağa damgasını vuran lider olarak kabul gören ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ilçemizi bir kez ziyaret ettiğini ve ziyaret tarihinin de 15 Temmuz 1935 Pazartesi olduğunu belirtmiştik. Araştırmalarımız ve rastladığımız kayıtlarda Atatürk’ün ilçemize ziyareti bir kez ve söz konusu bu tarihte olduğu kanısına varmıştık. Yazımın yayınlandığı gün ilçe esnaflarından sevdiğim abim Yüksel Uyanık aradı. Konu ile ilgili bilgisinin bulunduğunu babası Veysel Uyanık’tan (ruhu şad, mekânı cennet olsun) Atatürk’ün Yenişehir ziyareti ile ilgili hatıraları kendisi ile sağlığında paylaştığını bildirdi. Yazdığımız yazıya tezat bilgiler bulunmaktaydı. Ona göre Atatürk 1926 yılında da Bilecik’ten Bursa’ya giderken Yenişehir’den geçmişti. Yüksel Uyanık’ın anlatımına göre babası 10 yaşlarındayken Atatürk’ü yakından görme onuruna nail olmuş. Ölmeden önce Gürhan Adana ile sohbet ettiğini Sayın Adana’nın da bu sohbeti “Yenişehir Günlüğü” isimli kitabında yayınladığını söyledi. Söz konusu kitap da yazılanlara göre Veysel Uyanık Atatürk’ü gördüğü anı şöyle tarif ediyor. “Başında fötr bir şapka vardı. Öğretmenler, Atatürk’ü daha yakından görmek, ona dokunmak için hareketlenen çocukları güçlükle zapt ediyorlardı. Bir an Atatürk’le göz göze geldik. Kalbim küt-küt atıyordu. Bir rüya gibiydi….” Kitabın konuyu anlatan başlığının altında merhum Emin Amca’nın (Lapacı) da hatıralarına yer verilmiş. Emin Amca o günü anlatırken; “Rüştiye Mektebi’nde 4. sınıf talebesiydim. Yenişehir’den geçecek Atatürk’ü karşılamaya bizim sınıfı da götürdüler. Bilecik yolu çıkışında ki Zincirlikuyu mevkiine ulaştık. Atatürk kendisini bekleyen topluluğun içinde arabasından inerek, halkı selamladı. Öğrencilerin saçlarını okşayarak, onlarla konuştu. Sonra Bursa’ya hareket etti.” İfadesini kullanıyor. Atatürk’ün Bursa’ya yaptığı beşinci ziyaret 20 Mayıs 1926 Perşembe gününe denk düşüyor. Ve bu tarih şapka devriminin ardından Bursa’ya yapılan ikinci ziyaret. Şapka devriminin ardından Atatürk’ün Bursa’ya dördüncü ziyareti 22 Eylül 1925 Salı. Kaynaklarda bu geziye Ankara’dan trenle çıktığı ve İzmit’e kadar trenle gittiği buradan Reşitpaşa adlı bir gemi ile Mudanya’ya geçtiği yazılıyor. 1926 yılındaki geziye ise 18 Mayıs Konya gezisinin ardından Bozüyük ilçesine geldiği burada bir fabrika açılışına katıldığı ve daha sonra İnegöl’e geçtiği şeklinde bir ifade kullanılıyor. Özellikle de bu 1926 yılında ki gezi için Yılmaz Akkılıç’ın da yazdıkları bu doğrultudayken zamanın Vakit gazetesinde gezi notlarını kaleme alan Hakkı Tarık Us’ta bu geziyi Bozüyük ve oradan İnegöl’e geçti şeklinde yazıyor. Atatürk’ün altıncı Bursa ziyareti 15 Temmuz 1927’de İstanbul’dan deniz yolu ile günü birlik oluyor. Fakat aynı yıl içerisinde yedinci Bursa ziyaretini gerçekleştiren Atatürk bu gezisine İstanbul’dan deniz yolu ile çıkıp, dönüşünde Bilecik üzerinden trenle Ankara’ya dönüyor. Tüm bunları yazdıktan sonra burada bir mukayese yapma gereği duymalıyız. Atatürk’ün 1926 yılında Yenişehir’den geçtiğini kaynaklar bahsetmemekte. Oysa Sayın Akkılıç’ın da kitabının sonunda bahsettiği gibi Atatürk’ün Bursa ziyaretlerinde bilinmeyenler var mı? Akkılıç bu soruyu “bilmem” diyerek cevaplıyor. O günleri yaşayan bu kişilerin deyimiyle Atatürk 1926 yılında Yenişehir’den geçti ve kendisini karşılayan kalabalığı arabasından inip selamladı. Belki tarih tam olarak 1926 olmayabilir. Bir yıl önce ya da bir yıl sonra olması da muhtemel. Fakat gerçek ve doğru olan Atatürk’ün söz konusu tarihlerde Yenişehir’den geçmesi. Aslında Ulu Önder’in Yenişehir’e gelişi veya buradan geçişi bunlarla mı sınırlı bu sorunun cevabını da tam olarak bilmemekteyiz. Atatürk’ün Bursa’ya tren yoluyla her gelişinde buradan geçmesi de büyük bir muhtemel. Fakat bununla ilgili elimizde yazılı kaynak bulunmamakta. Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın kurtarıcılarının geçtiği tüm yollarda kendisine şükran duygularını belirtmek amacıyla nöbetler tuttuğu, onun geçtiği tüm yollarda kalabalıklar oluştuğu bilinen bir gerçek. Sonuç olarak bir akademisyen değilim. Sadece yerel tarihe gönül vermiş amatör olarak araştırmalar yapan bir kişiyim. Konunun daha detaylı ve akademik kuruluşlar tarafından incelenmesinde fayda var bence. Burada o günü yaşayanların anlatımları var. Yakın tarihimizde bilinmeyenler olması, karanlık noktaların bulunması hoş bir durum değil. Konu araştırma ve inceleme yapılmak üzere akademisyenlerin ilgisini bekliyor.

ATATÜRK’ÜN YENİŞEHİR ZİYARETİ


Geçtiğimiz günlerde 10 Kasım dolayısıyla ulu önderimizi bir kez daha derinden yâd ettik. Çeşitli etkinliklerle yirminci yüzyılın dehası büyük insan Atatürk’ü anmaya ve tekrardan anlamaya çalıştık. Okullarımızda programlar düzenlendi. Ulusal veya yerel bazda birçok etkinlikler yapıldı. Gazeteler Atatürk kitapları cdleri ve posterleri dağıttı. Tüm basın bir kez daha yoğun bir biçimde ondan bahsetti. Geniş bilgi aktarımları yaşandı. Oysa onu anlamak, sevmek, değerlendirmek, tanımak ve onu öze indirmek bilgi aktarımı iş değildir. Akıl yoluyla incelemek, düşünmek ve yaptıklarının derinine inmek gerekir. Zaten kendiside 1929 yılında bir konuşmasında "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir." demiştir. Türkiye Cumhuriyetinin simgesi olan Atatürk’ü anlatmak kelimelerle ifade edebilmek onu yazabilmenin zorluğu karşısında daha önceden okuduğum ve işaretlediğim İlknur Kalıpçı’nın “Her Yönüyle Atatürk” adlı kitabında belirtilen ATATÜRK KİMDİR sorusunun karşılığını sizlerle paylaşmak istedim. Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı nedeniyle yapılan UNESCO toplantısında, 152 ülke liderinin imzaladığı bir kararla, çağa damgasını vuran önder olarak oybirliği ile kabul ettiği ATATÜRK KİMDİR? “Atatürk uluslar arası anlayış, iş birliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi; Olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci; Sömürgecilik ve yayılımcılığa karşı savaşan ilk önder; insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü; Bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz Devlet Adamı; Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu” ifadesi Atatürk’ü bence tam olarak anlatabilmektedir.Kalıpçı kitabında onu nasıl anlamamız gerektiğini açık bir şekilde vurgulamıştır. Osmanlı sarayının kendisine verdiği tüm rütbeleri söküp milletin bağrına dönen Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın bitiminin ardından Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve önderi sıfatıyla Anadolu’da birçok il ve ilçeyi gezmiştir. Kendisine gittiği her yerde hak ettiği önem gösterilmiş, kalabalık halk toplulukları tarafından coşku içerisinde karşılanmıştır. Tüm Anadolu kurtarıcısını, önderini bağrına basmak, yakından görebilmek amacıyla yollara düşmüştür. Atatürk’ün Bursa’ya ziyaretlerinin sayısı değerli araştırmacı gazeteci yazar yılmaz Akkılıç’ın incelemelerinden öğrendiğimize göre onsekizdir. Bu ziyaretlerden onaltıncısı olan 15-17 Temmuz 1935 tarihleri arasındaki ziyaretini İznik ve Yenişehir üzerinden Bursa’ya gerçekleştirmiştir. 15 Temmuz sabahı yanında dönemin ekonomi bakanı Celal Bayar, orgeneral Fahrettin Altay ve Afet İnan’la birlikte deniz yoluyla Yalova’ya gelen Atatürk önce Orhangazi’ye gelerek burada bir müddet istirahat etti. Burada halka yaptığı kısa bir hitabın ardından da Sölöz ve Göllüce üzerinden İznik'e geldi. İznik’te Belediye bahçesine geçen Atatürk’ü burada dönemin Bursa valisi Fazlı Güleç ve diğer yetkililer karşıladı. Belediye bahçesinde bir müddet halkla sohbet eden Atatürk ve beraberindekiler İznik’ten Bursa’ya geçmek için Yenişehir yolunu kullandılar. Tahminen öğle saatlerinde Yenişehir’e gelen ulu önderi Yenişehir’de daha ilçe girişinde kalabalık bir halk topluluğu ve Belediye Başkanı Burhanettin Ersöz tarafından gösterilerle karşılandı. Belediye binasına geçen Atatürk burada bir kahve içti. Burada yaşananları daha sonra Burhanettin Ersöz oğlu Ömer Ersöz’e anlatıyor. Bu anlatımı Yılmaz Akkılıç “Atatürk ve Bursa “ isimli kitabında şöyle yazıyor. "Atatürk Belediye'ye geldi. O'nu ilk defa o zaman gördüm. Memurları ve çalışanları dizdik, karşıladık. Hepimizin teker teker ellerini sıktı. Gözleri çok keskindi; azametinden, haşmetinden ürktüm. Bir kahve içti ve gitti." Bizim inceleme ve araştırmalarımıza göre Atatürk’ün Yenişehir’i tek ziyareti budur. İlçemiz tarihine iki kitap ve çok değerli birçok makale hediye eden değerli ağabeyimiz araştırmacı yazar Özdemir Şarman bir yazısında Atatürk’ün Yenişehir’e 1926 yılında da geldiğinden bahsediyor. Bilecik istikameti üzerinden Bursa’ya giderken Yenişehir’e uğradığını ifade ediyor. Oysa Atatürk 1926 yılında bir kez Bursa’yı ziyaret etmiş. Devrin önemli gazetelerinden Vakit’in muhabiri Hakkı Tarık Us’un geziye ilişkin notlarından öğrendiğimize göre; 20 Mayıs ve 13 Haziran 1926 tarihleri arasında gerçekleşen bu uzun gezi esnasında Atatürk Bursa’ya Bozüyük ve İnegöl istikametinden gelmiştir. Yılmaz Akkılıç’da bu gezide Atatürk’ün İnegöl yolunda karşılandığını yazar. Atatürk’ün Yenişehir ziyaretinden bahsetmişken bu konuyu araştırırken ulaştığım bir bilgi de 10 Kasım 1938’de Yenişehirlilerin duyguları ve Ata’larını kaybetmelerinin hüznünü nasıl yaşadıkları ve şehrin o zaman ki havası idi. O zamanı yaşayan Hüseyin Kaplan’ın anlatımıyla; “10 Kasım 1938. O kara günü hiç unutur muyum? O gün güneş tutulmuş gibi dün¬yamız kararmıştı. O inlerine sinmiş gerici yobazları dikkate almazsak, kadın-erkek ihtiyar-genç herkes yas içindeydi. Çünkü kurtarıcısını kaybetmişti. Çarşıda-pazarda, işinde-gücünde de ol¬sa insanlar, melül mahzun ve matem içinde idiler. Çünkü Tanrının bu âlemleri yarattık¬tan sonra dünya âleminde ilk defa özene be¬zene insanüstü sabır, cesaret ve zekâ teçhiz ederek yaratıp bu perişan, kahrolmuş ulu¬sa lütfettiği liderini kaybetmişlerdi. Nur için¬de yatsın.” Şimdi nerede okuduğumu hatırlamadığım fakat hafızamda kalan bir sözü paylaşarak bitirmek istiyorum yazımı; “Büyük insan, fani hayatın ötesinde yaşamakta devam eden insandır.” Atatürk sadece bizim değil tüm dünyanın kalbinde yaşıyor ve yaşamaya da devam edecektir. NOT: Türkiye İstiklal savaşının yaşayan son gazisi Atatürk’ün hayatta olan son silah arkadaşı Mustafa Şekip BİRGÖL’ü kaybetti. Bu gün toprağa verilecek olan bu değerli insanın ruhunun şad, mekânının cennet olmasını niyaz ederim.

BAŞKENTLİĞİN ARDINDAN YENİŞEHİR

Geçen haftaki yazımızda Osmanlıların Yenişehir’i kurmadan önceki yıllarını ve Yenişehir’i kurup başkent ilan etmelerini yazmıştık. Bu hafta kaldığımız yerden devam etmemiz gerekiyorsa Yenişehir’in başkent ilan edilmesinin ardından şehirde oluşan hareketlilikten bahsetmeliyiz. İçte tam bağımsız dışta ise Konya Selçuklu Hükümdarlığı’nın uç beyi olarak görünen Kayı aşiretinin lideri Osman Gazi’nin en büyük hedefi Bursa ve İznik kalelerini ele geçirmekti. Bunun için yaptığı plana göre ise bölgedeki tüm yolların kesiştiği nokta olan Köprühisar kalesini öncelikli olarak zapdetmesi gerekiyordu. Köprühisar kalesinin alınması Bursa ve İznik kalelerinin alınması için yapılacak fetih girişimlerini de kolaylaştıracaktı. Lakin Köprühisar üzerine yapılan birkaç cenk denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Osman Gazi’nin yeni düşüncesi ise bölgede yeterince güçlü olan ve hasmı olarak kabul ettiği İnegöl Tekfuru’nun da önünü keseceğini düşünerek İnegöl, İznik, Bursa ve Köprühisar kalelerinin orta yerinde bulunan ovada yeni bir şehir kurmaktı. O yıllarda ova bataklık ve sineklik olmasına rağmen savaş alanlarına yakınlığı ve askeri yönden sefer hazırlıklarına müsaitliğiyle Osman Gazi’nin dikkatini çekmişti. Bu amaçla da 1301 (İlk kez Abdülhamit zamanında yapılan bir araştırmaya göre de 27 Ocak 1300) yılında ovada şehri kurdu. Ve adını da Yenişehir koydu. (Kendü Yinişehr’e vardı. Yanında olan gâzilere evler yapdurdı. Anda duraklandı. Anun adını Yinişehir kodılar. – Aşıkpaşa Tarihi-) Kurulan bu şehri de aşiretinin daha doğrusu yeni beyliğinin başşehri ilan etti. Bu noktaya kadar aşiret olarak kabul edilen Osmanlı da böylelikle devletliğe adım atmış oldu. Yenişehir’in kurulması ve başşehir ilan edilmesi kışın kışlaklarda yazın yaylaklarda yaşayan Kayı’ları yerleşik düzen hayatıyla da tanıştırmış oldu. Yeni başşehir de kısa zaman içerisinde öncelikle imarlaşma hareketleri başladı. Çevre tekfurlardan gelen işinin ehli yetenekli ustalar tarafından yapılan görkemli binalar şehirde hızla artmaya başladı. Dört bir yana külliyeler, hamamlar, camiler, medreseler ve çarşılar yapılıyordu. Osman Gazi tarafından savaşlarda büyük fedakârlıklar gösteren silah arkadaşlarına verilen arazilerde evlerin yapılmasına başlanmıştı. Dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde başşehre yakışan imarlaşma hareketleri tamamlandı. Tamamlanan imar hareketlerinin ardından eskiden beri süregelen Oğuzların bir geleneği gereği Osman Gazi tarafından dirlik hakları dağıtımı yapıldı. Bu durumda yeni beyliğin yöneticisi olarak kendisi oğlu Alaaddin’i yanına alarak Yenişehir’de kaldı. Kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i, oğlu Orhan Bey’e Karacahisar’ı, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Turgut Alp’e İnegöl mıntıkasını verdi. Kayınpederi Edebali ve zevcesi Malhatun’a da Bilecik yöresinin aşır ve resmi gelirlerini bıraktı. (Karacahisâr sancagı kim ana İnöni dirler, oglı Orhan’a virdi ve sübaşılıgını karındaşı Gündüz’e virdi. Yarhisâr’ı Hasan Alp’a virdi. Bu dahı bi yarar yoldaş-ıdı, kendü-y-ile bile gelmiş-idi. Eynegöl’i Turkut Alp’a virdi. Şimdiki hînde dahı adı anılur ol azîzün. Eynegöl yöresinde köyleri var kim ana Turkutili dirler. Ve kayınatası Edebalı’ya Bilecük’ün hasılın tîmâr virdi. Ve hem hatunını atası-y-ıla Bilecük’de bile kodu. Kendü Yinişehr’e vardı. – Aşıkpaşa Tarihi - ) Kendisi için Yenişehir’de bir saray inşa ettirdi. Osmanlının ilk sarayı olan bu yerde ikamet etmeye ve yeni devletini buradan yönetmeye başladı. Artık Osmanlılar öteden beri devam eden göçebe hayatını bırakmış yerleşik düzene geçmeye başlamışlardı. Yapılacak olan yeni seferlere Yenişehir’de hazırlanan Osmanlı ordusu, seferlere de buradan çıkıyordu. Dolayısıyla şehirde gözü pek silahşorlar ve yiğitler çoğalmaya başlamıştı. Daha önce fethedilen yerlerde yaşayan halkta Osman Gazi’ye daha yakın olabilmek için Yenişehir’e göç ediyordu. Giderek nüfusu artan şehir etrafta cazibe merkezi olmaya başlamıştı. Artan nüfus şehrin pazarına da yansıyor; pazara alışverişe gelenlerin sayısında büyük artışlar gözleniyordu. Beyliğini İslam buyrukları doğrultusunda yöneten Osman Gazi’nin adil yönetim anlayışı etrafta yayıldıkça çevre Hıristiyan tekfurluklarındaki halk dahi pazar görmeye Yenişehir’e gelir olmaya başlamıştı. Yenişehir’de yaşanan bu hareketli günlerin devam ettiği dönemde Konya’dan gelen bir haber beylik içerisinde büyük bir sevinç yaşanmasına sebep oldu. Konya Selçuklu Devleti hükümdarı 2. Gıyasettin Mesud Osman Gazi’ye beyliğin tam bağımsızlığının nişangâhı olan tuğ, sancak davul ve makkara yollamıştı. Konya’dan gelen bu hediyeler ile içteki tam bağımsızlık dışta da geçerli hale gelmişti. Osman Gazi ilk iş olarak daha önce Karacahisar’da yarı bağımsız iken Kayınpederi Edebali’nin mürit ve bacanağı Dursun Fakıh’a okutulan hutbeyi Yenişehir’de okuttu. Böylelikle de bir anlamda ilk kez Yenişehir’de devletliğini ilan edip tam bağımsız olarak ilk Cuma hutbesini de okutmuş oldu. Okutulan bu hutbe aslında Osmanlının devlet olarak tarih sahnesine çıkışlarının resmen ilanıydı. Yenişehir Osman Gazi’nin 1326 yılında Bursa’yı almasına kadar geçen süre zarfında beyliğe başkentlik yaptı. Bu dönem içerisinde çeşitli olaylara tanıklık etti. Yeni beyliğin kurulması ve yönetim anlayışının belirlenmesi gibi birçok konuya şahit oldu. Osman Gazinin hayattaki son günlerini yaşadı. Yaşama gözlerini yummadan önce oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı o ünlü vasiyeti duydu. Osmanlıların kuruluş dönemindeki birçok olaya ev sahipliği yaptı.

OSMANLI VE YENİŞEHİR’İN ALINMASI

Bugün Yenişehir tarihine dair yazılı kaynaklarda bilinen en eski tarih 1231 yılında Konya Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat’ın İznik İmparatorluğuna açtığı savaşta Yenişehir ovası üzerinden sefere çıkmasıyla başlar. Osmanoğulları ailesinin tarih sahnesine çıkmasında mihenk taşıda kabul edilen bu savaşta İznik İmparatorluğu Rumeli Aktar Tatarlarını da yanına alarak Yenişehir Ovası’nda üç gün süren zorlu bir savaşa girerler. Teodor Laskaris idaresindeki İznik İmparatorluğunun büyük kayıplar vermesiyle zorlu savaş sonuçlanır. Yenişehir ovasında yapılan bu savaştan sonra Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat doğudan Moğol’ların Selçuklu topraklarına girdiğini haber alarak Konya’ya geri döner. Fakat dönmeden önce bu savaşın kazanılmasında büyük rol alan ve savaş meydanında kahramanlıklar gösteren Ertuğrul Gazi ve silah arkadaşlarına minnet duygularını belirtir. Bu duyguların karşılığı olarak ta kendilerine Söğüt ve Karacahisar’ı vergilerinin ödenmesi koşuluyla ödül olarak verir. Selçuklu sultanının bu davranışı Ertuğrul aşiretini bölgede yarı bağımsız bir konuma getirir. Bu yarı bağımsızlık olayının ardından Ertuğrul Gazi Karacahisar’da adına hutbe okutmaya başlar. Böylece Ertuğrul Gazi ve çevresindekiler aşiretlikten terfi edip Selçuklu hükümdarının bir uç beyi olarak tarih sahnesindeki yerini alırlar. Bu açıdan da bakıldığında içte tam bağımsız dışta Selçuklu idaresinde yarı bağımsız bir duruma geçmiş olurlar. 1231 yılında İznik imparatorluğu ile yapılan bu savaşın ardından Ertuğrul Gazi ve yandaşları yayılımcı ve savaşçı bir politika izleyerek çevre tekfurlara saldırılar düzenlemeye devam ederler. Batı sınırında İznik İmparatorluğundan gelecek saldırılara kendilerini güvende hisseden Selçuklu ise bu durumlardan dolayı kendini güvende duymaktadır. Nitekim Ertuğrul Gazi’de bu güveni sarsacak bir girişimde bulunmamaktadır. Günden güne bölgede hatırı sayılır bir güç haline gelmeye başlarlar. Selçuklu yönetimiyle de bağlılıkları eskiyle aynı oranda devam eder durur. Babası Ertuğrul Gazi’nin ölümünden sonra aşiretin başına geçen Osman Gazi’de ataları gibi savaşçı ve yayılımcı bir ruh taşımaktaydı. İlk yıllarda babasından aldığı mirasla aşiretinin liderliğini yapan Osman Gazi Selçuklu Bey’i ile arasındaki ilişkideki politikayı babasıyla aynı paralellikte izledi. Fakat Osman Gazi’nin ileriye dönük planları ve stratejisi bambaşkaydı. Özellikle 1261 yılında İznik İmparatorluğunun idari yapısını İstanbul’a taşıması ve Bitinya olarak tabir edilen bölgede bulunan Tekfurlarının zayıflamaya başlamış olması Osman Bey’i iştahlandırıyordu. Kayınpederi Edebali’den dolayı o dönemde Anadolu’da söz sahibi olan Ahi teşkilatı da destekçisiydi. Tüm bunların yanında Selçuklu hükümdarının ölümünün ardından yerine kimsenin getirilmemiş olması işleri daha da kolaylaştırıyordu. Amacı Selçuklu idaresinde yarı bağımsız ve göçebe olarak yaşayan aşiretini beyliğe dönüştürmekti. Osman Gazi’nin bu fikrini gerçekleştirmesi için öncelikli olarak İznik ve Bursa’yı alması gerekiyordu. Bu doğrultuda yolların çakıştığı yer olan Köprühisar’ı almak istiyordu. Köprühisar o dönemde bölgede önemli bir yerleşim yeri konumundaydı. Bazı tarihçilerin hem fikir olduğu konu o tarihte Yenişehir diye bir yerleşim yeri olmadığı yönündeydi. Bir başka kanıya göre ise Köprühisarın fethi gerçekleşmiş olsaydı kesinlikle başşehir burası yapılacaktı. Nitekim Köprühisar kalesi bir dere kenarında kuru ve verimli toprakların sahibiydi. Ayrıca doğuya giden ipek yolu üzerindeydi. Buraya defalarca kez sefer düzenleyen Osman Gazi kaleyi ele geçirmekte başarısız oldu. Kendisine göre bu kalenin alınması için henüz erkendi. Daha fazla kayıp vermenin kendilerini güçten düşüreceğine inana Osman Gazi Köprühisar’ın fethini ertelemeye karar verdi. Osman Gazi’nin düşüncesine göre Köprühisar’ın alınamaması İznik kuşatması için engel değildi. Bu doğrultuda İznik’e sefer başlattığı sırada Bizans’tan yardımcı kuvvet geldiğini duyunca kuşatmayı yarıda bıraktı. Lakin İznik’in zaptına doğru bir adım olması amacıyla İnegöl – İznik – Köprühisar ve Bursa arasında bulunan ovada bir Türk şehri kurdurdu. Bu konu Aşıkpaşa tarihinde “Yenişehir'e gitti. Yanındaki gazilere evler yapıverdi. Orda durur oldu." Şeklinde geçer. Neşri ise Osman Gazi’nin Yenişehir’e gelmesini anlatırken “Kendü Yini-Şehir’e varup tahtgah idindi. Yanında olan gazilere evler buyurdı. Mamur itdi.” Der. Ve Osman Gazi burayı kendisine karagah merkezi ilan etti. Başka bir deyişle Oğuzların Kayı boyu aşiretinin baş şehri yaptı. Buraya kadar Yenişehir’in Osmanlılar Yenişehir’i almadan önce bölgedeki durumlarından ve şehri almalarından bahsettik. Osmanlı kaynaklarının tümü bütün olarak incelenirse Yenişehir’in yeni kurulmuş bir şehir olduğundan da bahsedilir. Fakat aksi görüş olarak burasının mevcut olan bir şehir olup fetih yoluyla alındığından da bahsedilir. Fakat bizce bu konu tartışma götürür araştırılması gerekli bir konudur. Biz ileriki yazılarımızda bu konu ile ilgili görüşleri de detaylandırıp gün yüzüne çıkaracağız.

SALI PAZARI

80’li yılların başından tanıdığım bir dostum var. O yıllar Yenişehir’de kısa bir dönem memuriyet hayatı yaşadıktan sonra başka bir yere atandı ve Yenişehir’den ayrıldı. Tayininin çıktığı günden beri hiç görüşmedik. Geçenlerde görüştük uzun bir hasret gidermenin olduğu görüşmemizin bir arasında sordu; haftalık pazar hala Salı günü mü kuruluyor. Evet dedim kendisine.

Haftalık pazar uzun yıllardan beri Salı günleri kuruluyor. Aklıma da bu dost muhabbetinin ardından Salı günlerinde kurulan bu pazarın öyküsü geldi. Ne zamandır pazar Salı günleri kuruluyor? Daha önce hangi gün kurulurdu? Bunun bir öyküsü var ve bu hafta bu öyküden bahsetmek istiyorum:

Osmanlı döneminde Arapçada onda bir anlamına gelen ve köylülerin ürettikleri tarım ürünleri üzerinden alınan öşür vergisi mevcuttu. Dönemin ekonomik koşullarından ve devletin ekonomisinin kapalı bir ekonomi olmasından dolayı vergi nakdi olarak değil de ürün olarak tahsil edilmekteydi. Zira günün şartlarında ürününün bedelinin tespiti son derece zordu.

Yenişehir ve çevresinde toplanan öşür vergisi sarayın bulunduğu İstanbul’da Haseki Sultan’a* aitti. Bundan dolayı da Yenişehir ve çevresinde yetiştirilen ürünlerin belli bir oranı Haseki Sultan’a vergi olarak verilirdi. Vergiler saraydan gelen ve vergi toplamakla sorumlu kılınan kişiler tarafından belirli dönemlerde tahsil edilirdi.

Yenişehir’e dışarıdan göç ya da farklı sebeplerle gelen bir kesim halk kitlesi ekip biçtiklerinin karşılığı olarak vermeleri gereken öşür vergisini ödemiyorlardı. Gerekçe olarak ta kendilerinin toprak sahibi olmadıklarını belirtiyorlardı. Bir bakıma da kendilerini vergiden muaf sayıyorlardı. Bu durum Yenişehir’in yerlisi konumunda bulunan toprak sahiplerini huzursuz etmeye başlamıştı. Yabancılardan defalarca istenmesine rağmen vergi alınamaması yerli halkın yavaş yavaş isyan etmesine sebep oldu. Yerli halka göre bu toprakların asıl sahibi kendileriydi. Eğer vergiden muaf tutulması gereken bir kesim varsa o da bu toprakların asıl sahiplerinin olması gerekir düşüncesi içindeydiler. Yabancılarda eğer ki bu toprakları ekip biçiyorlarsa ve buradan ürün alıyorlarsa bunun karşılığı olan vergilerini kendileri gibi ödemek zorundaydılar. Yerlilerin bu tutumu devam ettikçe iş günden güne sürtüşme ortamına dönüştü. Yabancılar hala vergi vermekte direniyorlardı. Bu kez gelen vergi tahsildarlarına yerli halkta vergi vermekte direndi. Önce yabancılardan alınacak daha sonra bizler seve seve vereceğiz vergimizi diyorlardı. Şehirden hiçbir vergi almadan ayrılan vergi tahsildarı durumu saraya bildirdi.

Sultan tarafından o dönemde sarayda vergilerden sorumlu olan Defterdar Mustafa Paşa’ya gereğinin yapılması için yetki verildi. Emri alan Mustafa Paşa ise hemen Bursa’ya doğru yola çıktı. İlk olarak Bursa’da, Bursa kadısı Mehmet B. Hüseyin ile görüştü. Birlikte Yenişehir’e hareket ettiler. Öncelikli olarak burada halkı topladılar kendilerinden bir temsilci meclis oluşturmasını istediler. Gerek yabancılar gerekse yerli halk ileri gelenlerinden temsilci meclisleri oluşturuldu. Her iki tarafın dinlenmesinin ardından da bir anlaşmaya varıldı. Buna göre; bu zamana kadar vergilerini ödemekte direnen yabancılar belirlenen oranlarda ki vergilerini bundan böyle düzenli olarak vergi toplamakla yetkili kişilere verecekler, bugüne kadar vergilerini ödemeyi aksatmayan yerli halkta aynı şekilde vergilerini eskisi gibi ödeyeceklerdi.

Yenişehir’de yaşanan ve bir nevi isyan niteliği taşıyan bu olayın ardından karar I. Padişah hasları Defteri’ne yazıldı. İlk düşülen not; . "... her hafta Cuma günü kurula gelen pazarın bundan sonra haftanın salı gününde kurulacağına dair..." şeklindeydi. Yani o güne kadar Cuma günleri kurulan haftalık pazar o günden sonra Salı günlerine alınmış oldu. 1700’lü yılların başı olan bu tarihten beri de bizim Salı günleri kurulan pazarımız hala Salı günleri kuruluyor. Yaklaşık 300 yılı geçkin bir süreden bu yana yani.

I. Padişah Hasları "Mufassal Defter"e (Uzun açıklamalı Defter) pazarın kurulma günü ile ilgili bu karar yazıldıktan sonra da şöyle devam edildi.

“Yenişehir kasabası halkının Za. 1086 tarihinde yapılmış ve deftere eklenmiş olan sayımının sebep ve sonucunun özeti:

Hasakî Sultan'ın hassı olan Yenişehir kasabasında hassa bağlı (Vergi ödemeye yükümlü) olarak, bu kasabada oturan halkın, arazi alarak çiftçilik yapan ve bunlardan elde ettikleri ürünlerin vergisini ödeyen yerli halka karşın, resmi ve özel vergilerini vermeyen ama vergi vermekle de yükümlü bulunan kasabadaki yabancılar, defalarca uyarılmış ve istenmiştir. Onların vergi ödememekteki direnmelerine karşın yerli halk; "Bizler olağanüstü vergi ödeyenleriz. Vergilerini bu akılla ödemeyenlere göre bizler de vergilerimizi vermeyiz" diye direttiler. Yabandan gelmiş, çeşitli girişimlerle üreticilik yapanlar ise "Biz ayrıcalıklıyız. (Muafız). Değil özel vergi resmi vergi bile ödemeyiz" diye inat etmeleri üzerine, durum İstanbul'a (Der-i Devlete) arz olundu. Hassın subayı Mustafa Paşa'ya verilen emir üzerine, Bursa şehri kadısı Mehmet b. Hüseyin ile Yenişehir kasabasına varıldı. Halk arasında, üzerinde anlaştıkları kişilerden bir meclis kuruldu. Bu mecliste yerli ve yabancı üreticiler arasında doğan vergi ödeme anlaşmazlığı giderilerek, kanun ve defterce vergileri almaya memur kılınan Mustafa Paşa'ya vergilerini vermeyi kabul ettiklerinden, isimleri ve ödeyecekleri miktarlar bu deftere yazıldı ve ilan edildi. Buna göre yasa gereği herkes birey olarak 100 er akça ödeyecek. Yalnız dışarıdan gelip çiftçilik yapanların sadece evli olanlarından sadece senede 6 şar akça ödemeleri..." şeklinde uzun uzadıya anlatılıyor.

İşte bu şekilde yapılan haksızlıklara öteden beri boyun eğmeyi bilmeyen kendisine yapılan haksızlıklara karşı sesini duyurabilen Yenişehir halkının bu tutumundan sonra İlçe pazarımız Salı gününe alındı. Ve de bu töre hep böyle devam etti.

* Haseki Sultan sarayda padişahın eşleri arasında çocuk doğuran ve genellikle tahta varis olan şehzadenin validesidir.

OSMANLIDA MATBAA VE BİR YENİŞEHİR’Lİ

17. yüzyılın başlarında dönemin en önemli gelişmesi aslen kuyumcu olan Alman Johann Gutenburg’un matbaa makinesi olmuştu. Yüzyıllardır elle yazılarak çoğaltılan dolayısıyla fazla nüshası olmayan kısıtlı okurla buluşan dini, bilimsel ve edebi eserler artık bol bol çoğaltılabiliyordu. Bu müthiş buluş kısa zaman içinde birçok medeniyet tarafından kabul edildi.Osmanlı devletinde ise yönetim yani saltanatın kabul etmemesi ve fetva eminlerinin gerekli fetvayı vermemesi nedeniyle 1493 yılında Yahudiler, 1567’de Ermeniler, 1627 yılında da Rumlar tarafından ilk matbaalar kurulmuştur. Fakat bu matbaalar Osmanlı yönetiminden uzak ve kendi kültürlerine hizmet etmişlerdir.İlk Türk matbaası diyeceğimiz matbaa ise matbaanın icadından tam tamına 272 sene sonra kurulmuştur.Macar asıllı bir Hıristiyanken Müslümanlığa ihtida eden İsmail Müteferrika 1720’li yılların başında bir matbaa kurmayı arzuluyordu. Fakat hem siyasi hem de maddi desteğe ihtiyacı vardı. Müteferrika’nın beklediği fırsat onunla aynı düşüncede olan bir devlet görevlisiyle tanışması sayesinde çıktı. Devrin Paris elçisi Yirmisekiz Mehmed Efendi’yi ziyarete giden günümüzde başbakanlık personeli makamına denk gelen sadaret makamı halifelerinden Mehmet Said Efendi burada bir matbaayı gezmişti. Kafasında da ülkeye dönüşte bir matbaa açma fikri yerleşmişti.İbrahim Müteferrika ve Mehmet Said Efendi’nin işbirliğiyle 1727 yılının temmuz ayında İstanbul’da ilk matbaa açıldı. Fakat bu ilk matbaanın açılması hiçte kolay olmamıştı. Geçimlerini kitap yazmakla sağlayan bazı hattatlar çıkarlarına ters düşmesinden dolayı karşı çıkıyorlardı. Yıllar süren bu karşı çıkma fetva makamlarını baskı altında tutma matbaanın Osmanlı’ya gelmesini engellemişti. Fakat aslen Yenişehir’li olan hemşerimiz Şeyhülislam Abdullah Efendi dinin doğrularını kişilerin çıkarlarıyla örtecek bir insan değildi. İleri görüşlü ve açık fikirli olan Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin verdiği fetva ile matbaa kurmanın İslam dini açısından sakıncalı olmadığını bildirdi. Peygamberimize malen “Hem dünyayı hem de ahreti dileyen ilme sarılsın.” Sözününün özünden yola çıkarak matbaa açmak ve kitap basmakla ilgili kendisine şöyle soruldu; “Kitap basma sanatını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri, âlet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp buradan kâğıtların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim dese bu kimsenin böyle kitap basmasına dinîmiz izin verir mi?” Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi cevabında; “Kitap basma sanatını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda kitap elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Faydalı bir iş olduğundan dinîmiz bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi önce kitabı tashih etmelidir. Tashih ettikten sonra basılırsa güzel bir iş olur.” Buyurdu.Yenişehir’li Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin bu fetvası İslam dininin ilme tekniğe ve fenne karşı olmadığını ortaya açık ve net olarak ortaya koyuyordu. En önemlisi ise dönemin dini kendi çıkarlarına alet ederek kullananlara bir cevap olmuştu. Ayrıca ilmin Osmanlı da daha kolay yayılmasının da önü açılmıştı.Kitapların daha fazla okurla buluşmasında emeği geçen bu kişinin hemşerimiz olması ise bizim bunu her okuduğumuzda göğsümüzün kabarmasına da nail olmuş oldu.

ABDULLAH EFENDİ1668 yılında ilçemiz Yenişehir’de doğmuştur. Kendisi Osmanlılar döneminde yetişen Hanefi mezhebi fıkıh alimlerindendir. Sekseninci Osmanlı Şeyhülislamıdır. 7 Mayıs 1718 ile 30 Eylül 1730 tarihleri arasında bu görevde tam olarak 12 yıl 4 ay 24 gün kalmıştır. Soyu Çatalcadan Yenişehir’e yerleşmiş olan Çatalcalı Ali Efendi’ye kadar uzanır. İlk tahsilini Yenişehir’de yapan Abdullah Efendi tahsiline devam etmek amacıyla İstanbul’a gider. Burada zamanın alimlerinden akli ve nakli ilimlerin tahsilini yapar. Açılan bir imtihanı kazanarak müderris olur. İstanbul içinde çeşitli medreselerde müderrislik yaparak çok sayıda talebe yetiştirir. Son olarak Süleymaniye Dar-ül-hadis müderrisliğine ulaşır. Hanefi fıkıhında özel ihtisas kazanıp kadılık mesleğine geçer. Bu arada Mevleviyyet derecesiyle fetva emini olup, Haleb ve Bursa kadılıklarında bulunur. Bursa kadılığı görevindeyken İstanbul kadısı olarak atanır. 1714 senesinde Mora Seferine İstanbul kadılığı payesiyle ordu kadısı olarak katılır. 1716 senesinde Anadolu Kazaskerliğine, bir müddet sonra da Rumeli Kazaskerliğine getirtilir. Bundan sonra Sultan Üçüncü Ahmed Han’ın dikkatini çeker. Üçüncü Ahmed Han tarafından şeyhülislamlığa getirilir. Üçüncü Ahmed’in sadrazamı Damad İbrahim Paşa ile iyi anlaşıp hizmette bulunur. Çeşitli zamanlarda padişahın ihsanlarına kavuşur.Yenilikçi ve ileri görüşlü bir şeyhülislamdır. Lale devrinin Şeyhülislamı olan Abdullah Efendi zamanının bir takım kültür ve yeniliklerine ön ayak olur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ilk matbaanın kurulmasında fetva sahibidir. Kendisinin çıkardığı fetva ile padişah Üçüncü Ahmed Han bu konu da ferman hazırlar. 1730 yılında Osmanlı’da gerçekleşen Patrona Halil Ayaklanmasında ayaklanmacıların padişahtan talep ettiği devlet yöneticilerinin arasında olmasına rağmen icraatlarından dolayı idam edilmekten kurtulur. Fakat görevden alınarak Bozcaada’ya sürgün gönderilir.Oradan da hac vazifesini yapmak üzere Hicaz’a gider. Hac vazifesini yerine getirip Peygamber efendimizin mübarek kabrini ziyaret ettikten sonra İstanbul’a döner. Bir müddet İstanbul dışındaki çiftliğinde kaldıktan sonra Kanlıca’daki evinde istirahat edip ibadetle meşgul olur. 1744 (H.1156) senesinde Kanlıca’daki evinde vefat eder. Kanlıca İskender Paşa Cami bahçesine gömülüdür. En önemli eseri bugün araştırmacı yazarlarımızdan Cahit Kayra tarafından yeni Türkçeye çevrilme çalışmaları devam eden Behçet-ül-Fetva adlı fetva kitabıdır.

TARİHİZE SAHİP ÇIKALIM

700 yılı yakın bir süre dört kıtada at koşturan Osmanlı imparatorluğunun doğduğu topraklarda yaşıyoruz. Ne mutlu ki bize kültürünü dört kıtaya yayan Osmanlı imparatorluğunun dünya sahnesine çıktığı, devletliğini ilan ettiği, kendine ilk başkent yaptığı bu toprakların çocuğuyuz. Cihanın en güçlü İslam Devleti Osmanlı Devleti ilçemizde başladı ve kültürünü buradan dört bir kıtaya yaydı.

Cihan imparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’nin daha beyliği kurmadan önce rüyasında gördüğü ulu çınarın köklerini dört biryana sardığı bu topraklar gereken değeri alabiliyorlar mı acaba. Bu soruyu sormak bile zoruma giderken cevap daha kötü ediyor beni. Keşke farklı bir şeyler söylenseydi ama hayır.

Bundan dokuz sene önce Kültür Bakanlığı 700. yıl kutlamalarını tertipledi. O zamanda sesimizi duyurmak için epeyce bir çaba harcamıştık. Olmamıştı… Becerememiştik. O zaman. Söğüt aldı nasibini o kutlamalardan, Bursa aldı da biz havamızı aldık en çok hakkımızken hem de Osmanlıya Anadolu’ya geldiklerinde sadece Osman bey ve arkadaşlarına misafirperverliğini sunan Söğüt Osmanlının devletliğe geçişinde hiç bir rol oynamazken 700. yıl kutlamaları adı altında sesini duyurmayı başardı. Oysa Osmanlının ilk Cuma Hutbesini okuttuğu, ilk devlet olduğu yani bir başka deyişle göçebelikten yerleşik düzene geçtiği Selçuklu idaresinde bir uç beyliği konumunda iken tarih sahnesine arık ben Osmanlıyım dediği yer bu topraklardı aslında.

Burada yeri gelmişken bir anımı anlatmak istiyorum sizlere;

Daha ortaokul yıllarındaydım çarşı camiinin önlerinde geziyorum. O vakitler çarşı camii bambaşka bahçesi ağaçlık ortada bir şadırvan ayakkabı satıcılarının olduğu arastaya doğru din görevlileri derneği tabelası altında hoş sohbetlerin olduğu bir çay ocağı vardı. Neyse sözü uzatmayalım. İki Japon turist bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Ben daha çocuk yaştayım öyle İngilizceden falan anlayacak halim yok. Anlayan birileri geldi tercüme işleri tamamlandı. Japonlar Muratpaşa Camii diyorlar başka bir şey çıkmıyor ağızlarından. İlk Cuma hutbesinin okunduğu camiyi soruyorlar. Herkes birbirine bakınıyor nerde bu cami bilen yok. Şimdi hepimiz biliyoruz. Kumluk camisi ama o dönemde dedim ya kimse bilemiyor. En azından bizim Kumluk camisinin Muratpaşa Camisi olduğunu bilen yok. Hoş şimdi cami girişinde asılı tabelada parantez içinde ifade edilmeye de başlandı. Japonlar Murat Paşa camiinde okunan ilk Cuma hutbesinden bahsediyorlar. Adamlar okullarında bu konuyu zorunlu temel eğitim döneminde okuduklarını anlattıklarında çevredekilerin mahcubiyetleri yüzlerinden okunuyordu.

İlçemizin dört bir yanında bizlere miras kalan çok sayıda tarihi yapı var. Önümüzdeki yıllarda İstanbul kültür başşehirliği yapacak tüm dünyaya. Bu bağlamda Bursa’da dahil olmak üzere tarihi mekânlara sahip çıkılması açısından birçok proje geliştiriliyor. Kültür Bakanlığı bu tür projeleri eskiye nazaran daha fazla destekleyip, geçmişe oranla daha fazla bütçeler ayrılıyor. Bursa’da yapılan çalışmaları zaman zaman basından takip ediyorum. Ne yalan söyleyeyim ki; kıskanmıyorum değil doğrusu. Tarih sahnesinde bu kadar önemli bir konumun haklı olarak sahibiyken sesimizi çıkarmamak tarihe nankörlüğümüzden öteye bir şey değil bence. Üzülerek söylüyorum tarihe ve tarihsel değerlere bu denli önem verilen bu zamanda ilçemiz bu çalışmalarda hiç yer sahibi değil.

Sahip çıkamadık şehrimize. Geçmişten bize armağan edilen değerlerin kıymetini bilmedik bunca sene. Altın yumurtlayan bir tavuğumuz olduğunun farkında olmadık yâda kimbilir beklide farkında olmak istemedik. Kabahat kimde? Onu arayacak değiliz şimdi burada. Geçmişi kurcalamanın kimseye bir faydası olmaz zaten. Bu şunu söyledi, bu şöyle yaptı veya yapsaydı demenin konuya bir yararı dokunmaz bu andan itibaren. Bundan sonra yapmamız gerekenler ne onu konuşalım istiyorum. Neler yapılabilir sıralayalım;

Osmanlı Devletinin araştırmacıları arasında parmakla gösterilen değerli araştırmacı Halil İnalçık birçok kere birçok mekânda bahsetti. Osmanlının kuruluş yeri Yenişehir’dir diye. Bunu geniş kitlelere yayabilmek, kamuoyu oluşturabilmek amacıyla geniş bir sempozyum hazırlanabilir. Hatta bu sempozyuma bir nevi tarih kurultayı diyelim. Tüm boyalı ve görsel basını buraya çekebilecek etkili bir reklâm da gerekir tabiî ki. Tarihçileri çağıralım büyük ses getirecek bir organizasyonda tarihi gerçekleri sıralayalım. Bugün birçok tarihçinin hem fikir olduğu okul yıllarında bize anlatılan Osmanlı Devletinin kuruluşunun 1299 değilde Yenişehir’de ilk hutbenin okutulmasının ardından ilk imarlaşma hareketleriyle beraber devletliğin ilanı tarihi olan 1301 olduğunu bağıralım avazımız kadar. Osmanlının ilk Başkenti olduğumuzu, ilk sarayın burada imar edildiğini, ilk Cuma hutbesinin burada okutulduğunu, ilk kanunun burada çıktığını anlatmaya çalışalım herkese. Neler olur ondan sonra Yenişehir’in ismi nerelere gelir tarih sahnesinde oturup hep birlikte hayal edelim.

Birde Osman Gazi’nin sarayı var Yenişehir’de Osmanlının ilk sarayı. Osman Gazinin Bursa’yı almadan önce hasta yatağında ilçemizde söylediği ünlü vasiyetine şahitlik eden bina. Bursa’nın alındığının müjdelendiği Osman Bey’in hayata gözlerini yumduğu ilk Osmanlı sarayı. Tarihçilere göre yeri tam olarak belli olmasa bile varsayımlar neticesinde az çok şurası olmalı lazım denilen bir yer var ortada. Aslına yakın bir bina inşa edilebilir veya hiç olmazsa bir ona yakın bir temsili bina olabilir. Sanırım Kültür Bakanlığı böyle bir projeye olumsuz bakmaz yeter ki yolu yordamıyla bu gerçekleri ön plana çıkarabilelim.

Hiçbir zaman kaybetmeyiz tarihimize sahip çıkmakla. Bilakis neler kazanırız acaba. Bir düşünün derim. Oturun ve bir düşünün sonrası nereye varır kültür mirasımıza yaptığımız böylesi bir yatırımın.

YENİŞEHİR’DE İLK OSMANLI KANUNU

Osmanlılar fethettikleri şehirlere veya ülkelere medeniyeti ve bunun yanında birçok yeniliği yanlarında götürmüşlerdir. Bu gün her tarihçinin hem fikir olduğu konu Osmanlılar tarafından alınan şehirlerde gözle görülür derecede değişiklikler ve canlılıklar yaşanmıştır. Adil yönetim tarzları, insana insanca değer vermeleri, haklıyı haksızdan ayırmaları Osmanlının diğer medeniyetlerden ayrılan en büyük özelliklerini teşkil eder.
Yenişehir’in Osmanlılar tarafından kurulmasının ardından da şehirde büyük hareketlilikler yaşanmıştı. Şehrin nüfusu her geçen gün aldığı göçlerle daha da kalabalıklaşıyordu. Yeni kurulan bir şehir olmasına rağmen herkesin dilinde dolaşan bir kent olmaya başlamıştı. Kısa zaman içerisinde sadece Osmanlıların değil çevrenin başkenti misyonunu kazanmıştı. Çevresindeki diğer kalelere nazaran daha fazla cazibe sahibi olan Yenişehir’de en büyük hareketlilik pazar yerinde görülüyordu. Osmanlıların daha önce fethettiği yerlerde yaşayan yerli halk dışında çevre tekfurluklarda yaşayan Hıristiyan kökenli halkta alış veriş yapmak amacıyla Yenişehir’e geliyordu. Bölgedeki ticari yolların kesiştiği nokta olması, ipek yolu üzerinde bulunması bunlara fazlasıyla etkendi. Fakat etken olan diğer bir neden de Kayı aşiretinin son zamanlarda almış olduğu askeri zaferler ve buralardan alınan ganimetlerde büyük çapta etkendi. Askeri zaferlerde kazanılan ganimetlerin savaşa katılanlara dağıtılması zengin halk kitlelerine sebep olmaya başlamıştı. İnsanların mal alım satımlarında Yenişehir’i tercih etmeleri bir çok kesimin dikkatini çekiyordu.
Osmanlının kuruluş döneminde çevre pazarlarda yaygın olarak alınan bir vergi sistemi mevcuttu. “Bac” adını taşıyan bu vergi sisteminde pazara satış amacıyla getirilen malların karşılında belirli bir oranda bedel toplanırdı. Osmanlıların yeni kurulmuş bir devlet olması nedeniyle halkından aldığı bir vergi sistemi yada kanun halini almış bir hükmü mevcut değildi. Osmanlıların bilmediği bu vergi sisteminde çoğunlukla toplanacak olan bu vergilerin toplanma işi şahıslara satılırdı.

YENİŞEHİR’DE YAŞANAN BİR OLAY

Osman Gazi’de Yenişehir’in kurulmasının ardından bir gün burada kurulan pazar yerinde gezmekteydi. Germiyan Beyliği taraflarından gelen bir adam yanına yaklaştı ve kendisine;
"- Beyim, beyim! Yenişehir'in pazar bac'ını bana satın!.."
Osman Gazi şaşırmıştı, ve o şaşkınlıkla;
"- Bac nedir be adam?"
"- Yani ki beyim, pazara her kim mal getirirse ondan akçe alayım!.."
"- Pazara gelenlerden alacağın mı vardır ki onlardan akçe alacaksın?"
"- Beyim! Bu töredir ki, ezelden beri bütün her yerde böyledir. Ben alır size veririm, siz de emeğimin karşılığını bana verirsiniz!"
"- Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu be adam? Ben onun malına ne koydum ki akçesini alayım? Var git yanımdan da zararım dokunmasın!"
Adam korkmuştu ve etrafında bulunan kişilere yardım umar bir şekilde baktı. Osman Gazi’nin yanındakiler durumu kendisine izah ettiler. Osman Gazi Bey’in başına gelen bu olay konuyla ilgili bir kanun çıkmasına sebep oldu.
"Pazara bir yük getirip satan herkes iki akçe versin. Satamazsa, bir şey vermesin!"

Hemen her alanda adil yönetimi ile tanınan Kayı aşiretinin lideri Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi bu konu da da adil davranmasını bilmiş halkını ezdirmemiştir. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında devletin her alanda ilklerinin yaşandığı yıllardı. Yıllardır tarih sahnesinde olan Kayılar göçebe halde yaşamaktayken yerleşik düzene geçiyorlar ve devletlerinin yönetim biçimlerini resmileştiriyorlardı. Yenişehir pazarında yaşanan Osman Gazi ile bir Germiyanlı arasında geçen bu olayın ardından Osmanlıların ilk kanunu şekillenmiş oldu. Pazar yerine gelenlerden alınacak bu vergi sistemi Osmanlıların ilk kanunu aynı zamanda da ilk vergilendirme sistemiydi. Bugünde belediyelerin pazarcı esnafından aldığı “işgaliye bedeli” bu tür bir vergi sistemidir.
İlerleyen yıllarda söz konusu kanun maddesi genişletildi. Osmanlılarda, atlı askerlere mülk olarak arazi veriliyordu ve bu araziye "Tımar" deniyordu. Tımar sahipleri belli sayıda asker beslemek ve savaş zamanlarında askerleriyle birlikte orduya katılmak zorundaydılar. Daha sonra, yukarıda sözünü ettiğimiz kanun maddesine, tımarla ilgili olarak şöyle bir hüküm eklendi: "Ve dahi her kimse tımar versem, elinden sebepsiz yere alınmaya. O kişi ölürse, tımarı oğluna sefere gidecek yaşa gelene kadar... Ve her kim bu kanuna uyarsa, Allah ondan razı olsun.”
……………
Osmanlıların kuruluş aşamasında ilk başkentlerinde yaptıkları teşkilatlanma bir cihan imparatorluğunun nüvesini oluşturuyordu. Kuruluş döneminde birçok ilke tanıklık etti Yenişehir Anlattığımız bu olayla da devletin ilk yazılı kanunu ilçemizde teşkil etmiş oldu. .

YEREL TARİH VE YEREL YÖNETİMLER

Daha önceki yazılarımızın birinde tarih ve yerel tarih biliminden bahsetmiştik. Tarih bilimi içerisinde yerel tarihin tarifini yapıp tarih bilimi içerisindeki yerini yazmıştık. O zamanda söylemiştik tekrar söyleyelim; kişiler ulusal ya da uluslar arası tarihimizi öğrenmemizin yanında yakın çevrelerinde meydana gelen olayları öğrenip bilmelidir. Tarih bilimi tümevarımdır. Yani öncelikle yanı başımızda gelişen olayları bilip doğru bir şekilde analiz edebiliyorsak genel tarihimizi o denli doğru kavrayabilir. Zira kişinin kendi tarihini bilmesi ailesi ya da topluluğunun geçmişi hakkında bilgi sahibi olması o kişinin üzerinde önemli bir etki oluşturur. Bir araştırmacının dediği gibi; bu geçmişi öğrenmek kişinin belleğini güçlendirir ve yaşamı üzerinde olumlu etkiler yapar.
Bu bağlamda düne kadar fazlaca önemsenmeyen yerel tarih çalışmaları hak ettiği değeri almaya başlamıştır. Artık ünüversitelerin akademik kuruluşları ve diğer ilgili kurumlar bu konularda gerekli araştırmaları bizzat yapmakla beraber yapılan araştırmalara da destek vermektedirler. Bu da ülke genelinde kültürel ve tarihi dokunun korunması ve araştırılması için duyarlı sivil girişimcilerin çoğalmasına neden olmuştur. Yaşadığı kentin, bölgenin veya sokağın tarihine sahip çıkanların sayısı artmaya başlamıştır. Artık bir çok kentimizin tarihi, kültürel ve sosyo yapısıyla ilgili araştırmalar yapılmakta ve sonuç bildirim / broşür / kitapları yayınlanmaktadır. İlçemizde de son zamanlarda artan bu çalışmaların eserleri olarak kitap ve broşür sayılarında önemli derece de artışlar gözlenmektedir. Tüm bunlardan bahsettikten sonra bizim bu gün burada yazmak istediğimiz asıl konunun yerel tarih araştırmalarında yerel yönetimlerin yeri ve öneminden bahsetmek istiyorum; Tarihsel ve kültürel mirasımızı korumak bireysel anlamda tek başına yeterli değildir. Bu anlamda yasal düzenlemeler, maddi imkanlar ve toplumsal istencin ön plana çıkması gerekmektedir. Bu konuda da halk içerisinde bilinç yaratılması eğitimcilere ve yerel yönetimlere düşmektedir. Bir kentte bulunan yöneticilerden kaymakam, belediye başkanı, kültür müdürü ve müze müdürünün yerel tarihçiye verdiği destek problemlerin çözümünde çok farklılıklar oluşturur elbette. Devletin veya devletle iç içe geçmiş konumda bulunan yerel yönetimlerin desteği olmadan yerel tarih çalışmalarının başarılı olma şansları pek yoktur. Bu aşamada merkezi ve yerel yönetim kuruluşlarının “bu da nereden çıktı” veya “burada yerel tarih yapılacaksa biz yaparız” tavırlarından uzak kalmaları gerekmektedir. Yerel tarih araştırmacıları, sürekli yerel yönetimlerle iç içe olmalı sivil toplum örgütleriyle el ele çalışmalıdır. Ancak bu şekilde yerel tarihçilik yapılabilir hale gelebilir. Yapılan araştırmalarda daha iyi netice verebilir. Özellikle belediyelerin bünyesinde kurulan yerel gündem ofisleri bünyelerinde kurdukları tarih bölümleriyle kültürel mirasa sahip çıkmakta önemli roller oynayabilirler. Yerel tarih araştırmacılarını bir çatı altına toplayabilecekleri gibi değişik ellerde yok olmaya yüz tutan belge, bilgi ve bir takım eşya ve eserlere sahip çıkabilirler. ………………………………………… Önceki gün Olay TV ekranlarında Yenişehir konuşuldu. İlçemizde kurulan ve göğsümüzü kabartan mehterimizle başlayan programda ağırlıklı olarak ilçemizin Osmanlının ilk başkenti olmasından duyulan gururla devam etti. Doğrusunu sorarsanız ilgi alanımızdan da kaynaklanan bir nedenden dolayı ekran önünde bu haklı gururumuzdan bahseden başkanımızın ağzından tarihle ilgili birkaç cümle duymak istedim. Başkanın Osman Gazi’nin sarayının yer tespiti çalışmalarının yapıldığı bu konu da Sayın İnalcık Hoca ile görüştüklerinden bahsetmesi ile de büyük bir heyecan yaşadım. Tam da bir önceki yazımda söz konusu sarayın öneminden ve yer tespitinin yapılmasından bahsetmişken böylesi bir cümleyi başkanımızdan duymak gururlandırdı beni açıkçası. Umarım başkanımız bu samimiyetini reelde gerçekleştirir. Umarım böylesi güzel bir müjde yaklaşan yerel seçimlerin bir vaadi değildir. Burada yeri gelmişken bahsetmek istiyoruz. Belediyemiz bu güne kadar hiç sahip çıkılmayan ilçemiz tarihi değerlerine bu dönem elinden geldiğince sahip çıkmıştır. Postünpüş Baba Zaviyesi, Sinanpaşa Camii, Yarhisar’daki restorasyonlar, Kurşunluhan’nın yanında yapılan kazı çalışması en güzel örneklerdir. Bu konuda bir tartışma ortamı yaratmak istemiyoruz. Daha önce adı bile anılmayan bu tür çalışmaları en azından zikretmeye başladık. Fakat yeterli mi değil mi? İşte tartışma götürebilecek bir soru… Osmanlının kültür mirasındaki yerimiz bu denli önemli ve temel taşı vazifesi taşırken bu sorunun cevabı bizleri düşündürmesi gerekir aslında. Tarihimize sahip çıkmamızın neticesinin doğacak bir kültür turizminin önemini düşündükçe bu konularda ki hizmetlerin daha acil ve daha fazla önemsenerek verilmesini de yürekten temenni ediyoruz.